Arama

ANAYASA MEŞRUİYETİ

4 ay önce | Okunma Sayısı : 31


ANAYASA MEŞRUİYETİ

ANAYASA MEŞRUİYETİ

ABDULLAH SERTKAYA

AB Uluslararası İlişkiler Uzmanı

“İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur.” 

Jean-Jacques Rousseau

 

Anayasalar, esasen yasama organı tarafından yapılması gereken, halk iradesini yansıtan temel hukuk metinleridir. Ne var ki, uygulamada çoğunlukla yürütme organı tarafından tasarlanmakta ve yasama organı tarafından sadece çoğunluk oylarıyla onaylanarak yürürlüğe girmektedir. Katılımcılık ilkesinin zayıf olduğu ülkelerde bu durum, anayasanın toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir uzlaşı belgesi olmaktan çıkıp, çoğunluğun iktidarını pekiştiren bir araca dönüşmesine yol açmaktadır. Bu şekilde hazırlanan anayasalar, toplumdaki farklılıkları gözetmek yerine, dışlayıcı ve insan odaklı olmayan bir düzen oluşturmakta; bu da ortak yaşam kültürünü güçlendirmek yerine çatışma zeminini beslemektedir

Ülkemizde, anayasa gibi toplumsal sözleşme niteliğindeki temel metinlerin, dar bir grup tarafından verilen siparişlerle hazırlanması ve bu süreçte düşünürlerin, kanaat önderlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, araştırmacıların ve özellikle her gün hukuk pratiğiyle yüz yüze olan baroların sürece aktif biçimde katılmaması, yasama faaliyetlerinin demokratik işlevini ciddi biçimde zayıflatmaktadır. Böyle bir ortamda hazırlanan anayasanın halkın ortak iradesini ve ihtiyaçlarını ne ölçüde yansıtabileceği ise büyük bir soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır.

İnsan, hem suç işleme eğilimine hem de toplumsal menfaatlere hizmet eden hayırlı işler yapma potansiyeline sahiptir. Mevcut anayasa ve buna bağlı yasalar genellikle kişinin işlediği suç üzerinden bir cezalandırma mekanizması öngörmekte, ancak suç işleyenin görevini veya sorumluluğunu neden yerine getirmediğini derinlemesine sorgulayan bir yaklaşım geliştirmemektedir. Oysa, görev ve sorumluluk bilincini esas alan bir anayasa, hem daha insani bir içerik taşır hem de ülkenin en önemli unsuru olan insan kaynağının israfını önleyici bir işlev görür. Bu bakımdan, anayasanın sadece suçun cezasına odaklanmak yerine, toplumsal sorumluluğu güçlendiren bir yapı kurması, bireyin potansiyelini topluma kazandırması açısından hayati önem taşımaktadır.

Bu bağlamda, her kesimin katılımıyla hazırlanan ve tüm topluma ait hissedilen bir anayasa; toplum düzeninin korunması ve hukuka itaatin sağlanmasının ötesinde, kutuplaştırıcı değil uzlaştırıcı bir yaklaşımı benimseyerek ülkeye büyük kazanımlar sağlar ve barış ile huzura katkısı tartışmasızdır.

Toplumun her kesiminin katılmadığı veya katılması için motive edilmediği, dolayısıyla tüm kesimlerin düşüncelerini yansıtmayan anayasalar, “baharda güzel” denilen tek bir çiçeğe benzer; oysa bilinir ki tek bir çiçekle bahar gelmez. Anayasalar, toplumların yaşadığı sorunları çözmeyi ve bireylerin daha mutlu bir yaşam sürmesini amaçlar. Ancak siyasi, iktisadi ve toplumsal (içtimai) problemlere gerçekçi çözümler üretmeyen anayasalar, ülkeleri kısır döngüye sürükler. Cumhuriyetimizin yüz yıllık tecrübesi de gösteriyor ki, katılımcı ve nitelikli bir anayasa yapılmadığında bu döngü kırılmamaktadır.

Ülkemizde hiçbir zaman halkın gerçekten katıldığı ve benimsediği bir anayasa olmadı. Aksine, illüzyon hukuku gölgesinde hazırlanan ve %90’ın üzerinde bir oyla kabul edilmesine rağmen, ülkemiz insanı hiçbir zaman refah, barış, huzur ve birlikte yaşama sevincini tam anlamıyla tadamadı.

Herkesin katılımı isteniyorsa, iyi bir anayasa için öncelikle toplumun tüm katmanlarının görüşlerini içeren, bu katmanlar tarafından gönülden savunulan, şeffaf yöntemlerle tartışılan ve toplumun gerçek ihtiyaç ve beklentilerini yansıtan bir hazırlık süreci yürütülmelidir. Aksi takdirde, “Ben anayasanın değişmesini istiyorum, kendim için iyi olur; halkın katılıp katılmadığı ya da ne düşündüğü umurumda değil, nasıl olsa çoğunluk onaylar” anlayışı hâkimse, ortada bir değişimden değil, yalnızca belirli bir grubun çıkarlarını korumaktan söz edilebilir. Bu da geçmişte yaşanan illüzyon hukukundan farksızdır. Böyle bir değişim sürecini tartışmanın ise bir anlamı kalmaz.

Bizler, toplumun her kesiminin anayasa yapım sürecine katılmasının hayati önem taşıdığını ve yalnızca belli bir grubun görüşlerinin hâkim olduğu bir anayasanın ülkemizin geleceğine gölge düşüreceğini, geçmiş deneyimlerden iyi biliyoruz. Bu nedenle; sivil toplum kuruluşlarının, sivil vicdanın temsilcisi baroların, düşünürlerin ve halkın katılımını teşvik eden tüm medya ve program düzenleyicilerinin, sadece sürece katılmakla kalmayıp aktif biçimde katkı sunmalarının bir vicdani sorumluluk olduğunu bir kez daha hatırlatmak isteriz.Aynı zamanda çicero “Halkın yasalarla bağlanmadığı yerde halk da devlete bağlı kalmaz.”sözleriyle halkın katılmadığı bir anayasa denilse de , zulmü belgelendirmektir. ANAYASA MEŞRUİYETİ

ABDULLAH SERTKAYA

AB Uluslararası İlişkiler Uzmanı

“İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur.” 

Jean-Jacques Rousseau

 

Anayasalar, esasen yasama organı tarafından yapılması gereken, halk iradesini yansıtan temel hukuk metinleridir. Ne var ki, uygulamada çoğunlukla yürütme organı tarafından tasarlanmakta ve yasama organı tarafından sadece çoğunluk oylarıyla onaylanarak yürürlüğe girmektedir. Katılımcılık ilkesinin zayıf olduğu ülkelerde bu durum, anayasanın toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir uzlaşı belgesi olmaktan çıkıp, çoğunluğun iktidarını pekiştiren bir araca dönüşmesine yol açmaktadır. Bu şekilde hazırlanan anayasalar, toplumdaki farklılıkları gözetmek yerine, dışlayıcı ve insan odaklı olmayan bir düzen oluşturmakta; bu da ortak yaşam kültürünü güçlendirmek yerine çatışma zeminini beslemektedir

Ülkemizde, anayasa gibi toplumsal sözleşme niteliğindeki temel metinlerin, dar bir grup tarafından verilen siparişlerle hazırlanması ve bu süreçte düşünürlerin, kanaat önderlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, araştırmacıların ve özellikle her gün hukuk pratiğiyle yüz yüze olan baroların sürece aktif biçimde katılmaması, yasama faaliyetlerinin demokratik işlevini ciddi biçimde zayıflatmaktadır. Böyle bir ortamda hazırlanan anayasanın halkın ortak iradesini ve ihtiyaçlarını ne ölçüde yansıtabileceği ise büyük bir soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır.

İnsan, hem suç işleme eğilimine hem de toplumsal menfaatlere hizmet eden hayırlı işler yapma potansiyeline sahiptir. Mevcut anayasa ve buna bağlı yasalar genellikle kişinin işlediği suç üzerinden bir cezalandırma mekanizması öngörmekte, ancak suç işleyenin görevini veya sorumluluğunu neden yerine getirmediğini derinlemesine sorgulayan bir yaklaşım geliştirmemektedir. Oysa, görev ve sorumluluk bilincini esas alan bir anayasa, hem daha insani bir içerik taşır hem de ülkenin en önemli unsuru olan insan kaynağının israfını önleyici bir işlev görür. Bu bakımdan, anayasanın sadece suçun cezasına odaklanmak yerine, toplumsal sorumluluğu güçlendiren bir yapı kurması, bireyin potansiyelini topluma kazandırması açısından hayati önem taşımaktadır.

Bu bağlamda, her kesimin katılımıyla hazırlanan ve tüm topluma ait hissedilen bir anayasa; toplum düzeninin korunması ve hukuka itaatin sağlanmasının ötesinde, kutuplaştırıcı değil uzlaştırıcı bir yaklaşımı benimseyerek ülkeye büyük kazanımlar sağlar ve barış ile huzura katkısı tartışmasızdır.

Toplumun her kesiminin katılmadığı veya katılması için motive edilmediği, dolayısıyla tüm kesimlerin düşüncelerini yansıtmayan anayasalar, “baharda güzel” denilen tek bir çiçeğe benzer; oysa bilinir ki tek bir çiçekle bahar gelmez. Anayasalar, toplumların yaşadığı sorunları çözmeyi ve bireylerin daha mutlu bir yaşam sürmesini amaçlar. Ancak siyasi, iktisadi ve toplumsal (içtimai) problemlere gerçekçi çözümler üretmeyen anayasalar, ülkeleri kısır döngüye sürükler. Cumhuriyetimizin yüz yıllık tecrübesi de gösteriyor ki, katılımcı ve nitelikli bir anayasa yapılmadığında bu döngü kırılmamaktadır.

Ülkemizde hiçbir zaman halkın gerçekten katıldığı ve benimsediği bir anayasa olmadı. Aksine, illüzyon hukuku gölgesinde hazırlanan ve %90’ın üzerinde bir oyla kabul edilmesine rağmen, ülkemiz insanı hiçbir zaman refah, barış, huzur ve birlikte yaşama sevincini tam anlamıyla tadamadı.

Herkesin katılımı isteniyorsa, iyi bir anayasa için öncelikle toplumun tüm katmanlarının görüşlerini içeren, bu katmanlar tarafından gönülden savunulan, şeffaf yöntemlerle tartışılan ve toplumun gerçek ihtiyaç ve beklentilerini yansıtan bir hazırlık süreci yürütülmelidir. Aksi takdirde, “Ben anayasanın değişmesini istiyorum, kendim için iyi olur; halkın katılıp katılmadığı ya da ne düşündüğü umurumda değil, nasıl olsa çoğunluk onaylar” anlayışı hâkimse, ortada bir değişimden değil, yalnızca belirli bir grubun çıkarlarını korumaktan söz edilebilir. Bu da geçmişte yaşanan illüzyon hukukundan farksızdır. Böyle bir değişim sürecini tartışmanın ise bir anlamı kalmaz.

Bizler, toplumun her kesiminin anayasa yapım sürecine katılmasının hayati önem taşıdığını ve yalnızca belli bir grubun görüşlerinin hâkim olduğu bir anayasanın ülkemizin geleceğine gölge düşüreceğini, geçmiş deneyimlerden iyi biliyoruz. Bu nedenle; sivil toplum kuruluşlarının, sivil vicdanın temsilcisi baroların, düşünürlerin ve halkın katılımını teşvik eden tüm medya ve program düzenleyicilerinin, sadece sürece katılmakla kalmayıp aktif biçimde katkı sunmalarının bir vicdani sorumluluk olduğunu bir kez daha hatırlatmak isteriz.Aynı zamanda çicero “Halkın yasalarla bağlanmadığı yerde halk da devlete bağlı kalmaz.”sözleriyle halkın katılmadığı bir anayasa denilse de , zulmü belgelendirmektir.

Beğendim
Bayıldım
Komik Bu!
Beğenmedim!
Üzgünüm
Sinirlendim
Bu içeriğe zaten oy verdiniz.

Bunlar da ilginizi çekebilir

DİNLEYEN KİM?

DİNLEYEN KİM?

5 ay önce
Yorumlar